Suriye - Şam Emeviye Camii (8)

Elimdeki kitap karşımdaki eserden bahsediyordu bahsetmesine de bir şeylerin eksik kaldığını, bir bakış açısı sorunu olduğunu da hissediyordum el yordamıyla. Sonra, seneler sonra Turgut Bey’in “Kubbeyi Yere Koymamak” isimli kitabındaki değerlendirmelerini okudum Üsküdar Mihrimah Sultan Külliyesi ile ilgili. Sinan’ın topografyayla uyum için, boğazla bir ahenk yakalamak için, eseri hareketlendirmek için sergilediği hünerleri anlatıyordu teker teker. Ayrıntıları okudukça adeta bir mucizeyle karşı karşıya kalmış gibi ürpermiş, seneler sonra öğrenilen bir hakikatin meydana getirdiğine benzer bir baş dönmesi yaşamıştım.
Yine Turgut Bey’e kulak verelim: “Batılı sanat tarihçileri ve onların peşinden giden Türk mimarî tarihçilerinin ortada bir tek kubbe olduğu zaman o eser mükemmeldir gibi tipik bir değerlendirme yanlışları var” diyor üstâd. Talihsizliğimiz Murat Belge ile Turgut Bey’den evvel tanışmamız olmuş.
***
Turgut Bey çok önemli bir hususun altını çiziyordu eserinde. İslâm şehirlerinde topografyaya dayalı olarak mahalle ve sokaklar oluşturulduğunu, topografyanın en seçkin noktasına kamusal alanın yerleştirildiğini ve bunların değişmeyecek yapılar olarak meydana getirildiğini, diğer tüm binaların da bu kamusal binaya uyum içinde inşa edildiğini belirtiyordu. Topografyaya yani tabiata yani yaratılmış olana, yani ezelî ve ebedî güzelliğe uyum titizli gösteriliyordu tüm eserlerde. Onun icaplarına uyum sağlamak esastı. Çünkü varolan çevre ebedî idi, her türlü eser ise geçici. Üstelik varolan çevre vareden tarafından yaratıldığı için “mükemmel” esvaftaydı, insanın görevi ona uyum sağlayacak eserler ortaya koyarak çevresini güzelleştirmekten ibaretti.
Bu hassasiyetlerden dolayı Koca Sinan Üsküdar Mihrimah Sultan Camii’ni üç kubbeli yapmıştı, bu yüzden son cemaat yeri çift revaklıydı, bu yüzden caminin kuzeyinde yer alan medrese camiye doğru açılı gelmekteydi, bu yüzden minarelerden biri diğerinden daha inceydi, bu yüzden binanın arkasında kalan evlerin pencereleri nisbeten ufak yapılmıştı. Bu yüzden eserin inşasından 100 sene sonra binaya ilave edilen saçaklar hiç sırıtmamaktaydı.
Bu yüzden bizim “Sınırsız Coğrafyamız”ı süsleyen o cânım eserler kendi başlarına var olan güzellikler olarak değil, topografyanın, dünyanın biçimine, güzelliğine, aslî özelliklerine uyum sağlayan ve onları daha da yücelten yapılar olarak var olagelmişti. Bu yüzden bu eserleri ortaya koyan sanatçılar kibirle değil titizlikle dünyayı güzelleştirmeye çalışmıştı.

Şeytanın Avukatı filminin repliğiydi: “Vanity is definitely my favourite sin (Kibir en sevdiğim günahtır)”…
Bizim “Sınırsız Coğrafyamız”ın sanatçıları kibirden ırak bir çalışma yürütmüştü asırlarca… O cânım eserlerin çoğunun mimarı, sedefkârı, hattatı, müzehhibi meçhûl kalmış, “varedenin kayrasıyla varolmuş”lardı medeniyet tarihimiz boyunca…
***

***
Bir şehirde…
Bir külliyede…
Bir avluda…
Bir şadırvanda…
Sekiz sütun…
Ve muazzam bir baş dönmesi...
Evet… Suriye’den, Şam’dan, bu kadîm şehirden, Nihat Dağlı’nın, sevgili Nihat Abimizin ifadesiyle “Ahmet Yesevi ile İbni Arabi’yi akraba kılan büyük coğrafya”nın bir parçasından, büyük bir başdönmesi ile, hâla devam eden bir baş dönmesiyle İstanbul’a, mukarnas başlıklı sütunlara süslü pâyitahta avdet eyledik...
Yorumlar