Boykot, Tarih, Siyaset ve Millet
Tarihi
olmayan bir topluluğun millet olabilmesi mümkün müdür? Sanmıyorum... Yalanlar,
hurafeler, sayıklamalar ve hayal gücü ile dolu bir “ulusal tarih yalanı”
ile de bir topluluğun millet olamadığını tecrübe ediyoruz yüz senedir. Projektörler,
büyüteçler hassasiyetle bir yerlere tutuluyor, gayrıda kalanlar karartılıyor,
ortaya çıkan ve adına “ulusal tarih” denilen hikâye bırakın bir “millet”
yaratmayı, bir “ulus” bile yaratamıyor...
Biraz evvel Ahmed Râsim’in “Muharrir Bu Ya” isimli kitabını aldım
elime... Kitabın ilk yazısı 1908’de Avusturya mallarına uyguladığımız boykota
ve o zamanlardaki millî şapkamız fese dair. Satırlarda ilerledikçe, tarihsiz
bir topluluğun yakın tarihine hasbelkader şahitlik ettiğimizi düşündüm. Trajedilerine,
sevinçlerine ve kitlesel olarak gaza gelişlerine... Boş amellerine... Tarihsiz
Türkler’in kitle hâlinde gerçekleştirdiği sığ ama ateşli boykotlar doldu
zihnime...
Bu boykot işiyle ilk olarak 28 Şubat sürecinde tanıştığımızı hatırlıyordum. “Yeşil
Sermaye” olarak yaftalanan markalara karşı bir boykot kampanyası başlatılmıştı.
O zamanlar çalıştığım şirketin faks makinasına “MGK toplantısında alınan
karardır” diye başlayan boykot
listeleri gönderiliyordu. Hedef tahtasına Ülker, Emin Otomotiv AŞ, Kar Yatırım
Hizmetleri AŞ, Assan Hyundai Otomotiv AŞ, Uzay Gıda Sanayi, Huzur Giyim Sanayi,
Gencallar Giyim Sanayi, Çetinkaya Mağazaları, Saray Muhallebicileri, Net
Turizm, Uzteks Gömlek, Emin Sigorta, Albaraka Türk, Tokai Çakmak gibi bildik firmaların
yanısıra Merve Pastanesi, Sahan Kebap Salonları, Doyuran Lokantası (Karşıyaka),
Balık Çeyiz (Bornova), Katibim Cafe, Süsler Halı Mobilya, Memba Sürücü Kursu
(Çankaya), Oygur Sürücü Kursu (Karabağlar), Altınbalık Restoran (Bostanlı),
Sahil Restoran (Karataş) gibi mikro hedefler de dahil edilmişti.
Kasım – Aralık 1998 İtalyan mallarını boykotla geçti. Zira Apo’yu iade
etmiyordu İtalyanlar... Makarna yemeyi bırakmıştık, bazı yerlerde FIAT arabalar
yakılmaya başlanmıştı hatta.. Bellona bir İtalyan markası olmadığını anlatmak
için kriz yönetimine geçmişti o zamanlarda... Pirelli gazetelere çarşaf çarşaf ilanlar vermişti...
ABD ve İngiltere koalisyonu Irak’ı işgal etti, 1.5 milyon insanın ölümüne sebep oldu. Nisan 2003’te Amerikan ve İngiliz mallarına boykot kampanyaları başlatıldı... Listeler gönderiliyordu emaillerimize...
İsrail 2006’da Gazze’ye saldırdığında İsrail ve Yahudi sermayesi boykotun yeni
hedefi oluyordu...
Ocak 2007’de karikatür krizi sebebiyle Danimarka ürünleri boykot ediyorduk milletçe.
Temmuz 2010’da Mavi Marmara katliamı sebebiyle gündemde yine İsrail ve Yahudi
sermayesini boykot vardı yine.
Aralık 2011’de Fransız mallarını boykota yöneldik Fransa Meclisi’nin 1915’e
dair Ermeni iddialarını kabul etmesi sebebiyle...
Mutfaklarımızda lavabo açtığımız pompalara kadar Çin'den sayısız ürün ithal ettiğimiz düşüncesiyle birkaç senedir Doğu Türkistan'daki zulüm sebebiyle Çin'e boykota davetleri yayılmaya başladı..
***
Vakti zamanında “Ekşi Sözlük”te rastladığım bir yazı
geldi aklıma, onu bulup tekrar okudum bu düşünceler arasında:
“Özel bir şirkette çalışan Asım Efendi Pazartesi
günü uyanır. Türk malı Yataş firmasından aldığı yatağından kalkar. Banyoya
gider. Amerikan yapımı Colgate diş macunu ve diş fırçasıyla dişlerini
fırçalar. Amerikan yapımı Palmolive sabun ile yüzünü yıkar. İtalyan
markası Armani'den aldığı takımları giyer, çocuklarının Amerikan yapımı Levi's
kot pantolonlarını ve Nike ayakkabıları giymelerini izler. Alman
yapımı AEG buzdolabından çıkardığı İtalyan yapımı Nutella'yı Vakfıkebir
fırınından aldığı ekmeğe sürer ve İngiliz yapımı Earl Grey çayla
beraber kahvaltısını yapar. Bu sırada Güney Kore yapımı Samsung televizyonunu
izler, derken Japon yapımı Casio saati çalar. İşte gitmesi lazımdır. Fransız
yapımı arabası Peugeot’ya atlar. İşe koyulur. Yolda Sırp Goran Bregovic'in
Türk Sezen Aksu ile verdiği konserin CD’sini dinler. Arabasını garaja
çeker. Hollanda bankası ING Bank'ın satın aldığı Oyakbank'a girer.
Girmeden önce Yunan bankası National Bank of Greece'in hissesinin büyük
bölümünü satın aldığı Finansbank'tan para çeker. Amerikan malı IBM
bilgisayarında öğle tatiline kadar çalışır. Öğle yemeğinde Amerikan McDonalds'tan
bir big mac yer. Öğleden sonra çalışmaya devam eder. Fransız peugeot arabasına
binip eve döner. Yolda Slovenya yapımı elektrik saatinin gösterdiği elektrik
parasını öder, Fransız marketi Carrefour'dan meyve sebze alır. Eve gider. Karısını
da alıp İsveç marketler zinciri IKEA'nın mağazasına gider. Alışveriş yapar. Eve
döner. Amerikan kaynaklı “Deal or no deal”in Türkiye versiyonu “Var mısın yok
musun”u izler. Türk malı Yataş yatağına girer. Uyur...
Özel bir şirkette çalışan Asım Efendi Salı günü uyanır. Türk malı Yataş
firmasından aldığı yatağından kalkar. Banyoya gider. Amerikan
yapımı Colgate diş macunu ve diş fırçasıyla dişlerini fırçalar. (.....)
İşe geldiğinde bilgisayarında bir mail vardır: ‘Boykot edeceğimiz X ülkesi malları’
yazıyordur.”
***
"Rutin hayat alışkanlıklarımızı değiştirmedikçe herhangi bir boykotun tesirinin olamayacağını" anlatan nefis bir yazdır bu... Siyasî, iktisadî ve askerî yetersizliklerin üstünün gürültüyle örtülmeye çalışılmasından başka bir şey değildir olan. Eğer biraz tarih bilseydik, 1908’de Avusturya mallarını boykot ederek Bosna – Hersek’i ilhâktan koruyamadığımız anlardık.
Dilerseniz önce Ahmed Rasim’in biraz hamasî, epeyce de safça yazısını iktibâs edelim (yeniyetmeler için “alıntılayalım”) öncelikle, daha sonra da hikâyeyi geri sarıp aslında o vakitler neler olup bittiğini anlamaya çalışalım hep birlikte...
Ahmed Rasim’in yazısının ilgili bölümleri şöyle:
Fes Hakkında
24 Ekim 1908 (11 Teşrinievvel 1324)
(İstişâre mecmuasının 6. sayısından)
“Bosna-Hersek'in Avusturya'ya katılması, bize külahları değiştirtti. Hürriyet aylarının daha üçüncüsün tamamladığımız bir sırada başımıza Bulgaristan istiklâli, Bosna – Hersek’in ilhâkı, Girit Meselesi adlarıyle çıkan bu üç püsküllü belânın Avusturya entrikası olduğunda şüphe kalmayınca, aleyhlerine bir ekonomik savaş açarak, mallarını keçe – külâh ettik (...)Bu âna kadar millî başlık gözüyle baktığımız feslerin Avusturya fabrikalarında yapılmış olması yüzünden aleyhine, hemen hemen umumîye yakın bir cereyan belirterek keçe külâh, arakıyye, kalpak giymek hevesine düştük. (...)
Boykotajın, yani iktisadî farkın Avusturya’dan yapılan ithâlât leyhine yöneltilmiş en tesirli bir intikâm teşebbüsü olduğunda şüphe yoktur.”
(Muharrir Bu Ya, MEB Yayınları, İstanbul – 1990, Sayfa: 17-18)
***
Şimdi bir bakalım Ahmed Rasim'e bu satırları yazdıran gelişmelerin arka planına...Devir Sultan Abdülaziz devridir (Haziran 1861 – Mayıs 1876). İngiltere ve Fransa ile birlikte girdiğimiz ve Rusya’nın mağlup edildiği 1853-56 Kırım Harbi dış ilişkilerde büyük bir rahatlama getirmemiştir. Rumeli’de Romen, Sırp, Karadağ ve Rum isyanları İngiltere ve Fransa tarafından desteklenmektedir. Lübnan ve Girit kaynamaktadır. Kırım Harbi’nin getirdiği borç yükü ağırdır. Buna karşılık donanma başta olmak üzere bir modernizasyon ve gelişme hamlesi yapılmaya çalışılmaktadır. Ancak devlet idaresinde kargaşa had safhadadır. Bürokrasi içinde çekişme, iktidar mücadelesi, Fransa yanlısı, İngiliz yanlısı, Rus yanlısı siyasî tavırlar çatışmaktadır. Yusuf Kamil Paşa, Keçecizade Mehmed Emin Fuad Paşa, Mütercim Mehmed Rüşdi Paşa, Mehmed Emin Âli Paşa, Mahmud Nedim Paşa, Mithat Paşa, Sakızlı Ahmed Esad Paşa, Şirvanlızade Mehmed Rüşdi Paşa, Hüseyin Avni Paşa ardarda ve defalarca sadrazamlığa getirilip – azledilir, siyasî istikrâr bir türlü sağlanamaz. Derken 1876’da bir saray darbesi ile Sultan Abdülaziz katledilir ve ardından Avrupa’ya şirin görünmek ve Rusya’ya karşı desteklerini alabilmek için Meşrutiyet ilân edilir. Ancak devlet idaresinde muazzam bir boşluk vardır. Diplomasi kanalları işlememektedir. Ordu da savaşa hazır değildir. Fırsatı ganimet bilen Rusya 1877’de “Meşrutiyet” idaresi altındaki Devlet-i Aliyye’ye harp ilan eder.
Osmanlı Devleti 1877-78’de Rusya ile giriştiği bu savaşta (93 Harbi) tam bir hezimete uğrar. Fransa ve İngiltere Rusya’nın Osmanlı’ya saldırmasına bu sefer izin vermiştir. Ancak savaşta Yeşilköy’e kadar (o günkü ismiyle Aya Stefanos) gelen Rus birliklerinin İstanbul’u işgâline, İstanbul’a gelen İngiliz donanması mâni olur. Böylece Ruslar’a nerede durmaları gerektiği söylenir İngiltere ve Fransa tarafından. Önce Ayastefanos, daha sonra da onun düzeltildiği Berlin Anlaşmaları ile Osmanlı Devleti çok şey kaybeder. Kaybettikleri arasında doğuda Kars, Ardahan, Batum vardır. Desteklerinden dolayı (!) Kıbrıs adası İngiltere’ye kiralanır. Teselya Yunanistan’a, Dobruca Romanya’ya, Niş Sırbistan’a bırakılır. Bulgaristan Prensliği kurulur. Bosna – Hersek hukukî olarak Osmanlı toprağı olarak kalacak olmakla beraber Avusturya-Macaristan tarafından yönetilmeye başlanacaktır. Bu anlaşma bahane gösterilerek 1881’de Tunus Fransızlar tarafından işgâl edilir. Anlaşma fecidir. Karlofça’dan bu yana yapılan en kötü anlaşmadır Berlin Anlaşması. “Hasta Adam”ın fişi çekilmek üzeredir.
Derken başa geçen genç padişah II.Abdülhamid’in devri başlar. Meşrutiyeti ilgâ eden Abdülhamid, kendine has yöntemlerle ülkede kontrolü eline alır. Ancak durum çok nâziktir. Ermeniler devlet kurma hazırlığındadır. Zeytun ve Sason’da Ermeni isyanları patlak verir. Girit’te Rumlar isyan hâlindedir. Makedonya bir kör yumağı şeklindedir. Batılı devletlerin eli her şeyin üstündedir. Her problemli alanda batılı bir komiser görevlendirilmiştir. Ama iyi giden şeyler de olur memlekette. 1897’de Yunanistan ile bir savaşa girişilmiş ve kazanılmıştır. Eğitim hamlesi yapılır, memleketin dört bir yanında okullar açılır. Ülke toprakları dört yandan demir ağlar ile örülmektedir.
Devir, karışıklıkların hâd safhada olduğu bir devirdir. Avrupa devletlerinin kendi aralarındaki rekabet de hızla artmaktadır.
Aynı zamanda Osmanlı devleti içinde Batı’dan etkilenen, Batı terbiyesi almış, Batılı ideolojilerle düşünen bir idareci sınıfı ortaya çıkmıştır bu dönemde. İsmine önce Jön Türkler denilen, ardından İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ülke idaresine talip olan bu kitle, bu zorlu dönemde ülkeyi ilân edilecek olan bir meşrutiyetin kurtaracağı hülyasındadır. Tezlerine iman etmişlerdir. Kızıl Sultan’ın, zorba padişahın, diktatörün, tek adamın gitmesiyle tüm sorunlar çözülecektir.
Türkler, Ermeniler, Arnavutlar, Kürtler, Araplar vd’den oluşan bu heterojen kitlenin ortak bir gelecek projeksiyonu yoktur. Ortak bir nefretin güdülediği bir hareket söz konusudur. Öyle ki, ayrılıkçı Ermeni partileri ile milliyetçi Türkler, Sultan Abdülhamid’e karşı bir araya gelmiş, bir cephede buluşmuşlardır. Öyle ki 1905’te Sultan Abdülhamid’e karşı Ermeni Devrimci Federasyonu Taşnaklar tarafından girişilen suikast girişimi Tevfik Fikret tarafından “Ey Şanlı Avcı!” diye övülecek kadar obsesif bir ruh hâli Batı eğitimli bu kitleyi sarmıştır. Ateşli Türk, Arnavut, Kürt, Arap, Ermeni milliyetçileri, koyu İslamcılar, liberaller, mutlak Batılılaşmacılar, ayrılıkçılar birliktedir. Toplantılar genellikle Sultan Abdülhamid’in ulaşamayacağı yerlerde, mason localarında veya Batılı ülkelerin elçiliklerinde yapılmaktadır. Batı medyası da Sultan Abdülhamid’e karşı koordineli kampanyalar yürütmekte, onu “Kızıl Sultan” ilân etmekte, Türkiye’deki her türlü muhalif hareketi desteklemektedir.
***
Konuyu çok daha fazla uzatıp sizi yormak istemiyorum. Bu kısmı kısaca toparlayayım. Meşrutiyetin ilân dilmesi için Sultan Abdülhamid’e karşı, İttihat ve Terakki Partisi öncülüğünde isyanlar çıkmaya başlar.
Bir Firzovik Olayı vardır ki, neredeyse Gezi Parkı Olayları’nın birebir aynısıdır. Arnavutlar bağımsızlık / özerklik talepleri arasında gidip gelmektedir.
Derken Rumeli’ndeki Osmanlı ordusundan bir kısım subay ordunun cephaneliğini basıp, silahları aldıkları gibi dağa çıkar. Başlarında birkaç sene sonra “ne şehittir ne gazi / bok yoluna gitti Niyazi”diye anılacak olan Resneli Niyazi vardır. Daha sonra Cumhuriyet’in Çanakkale mebusluğu ile ödüllendirilecek olan İttihat Terakki fedailerinden Mülazım Atıf (Kamçıl), Osmanlı ordusunun generallerinden Arnavut Şemsi Paşa’yı Rumeli’de Manastır’da (Bitola) şehid eder.
Bu gelişmeler üzerine Sultan Abdülhamid devletin bu çok nazik döneminde, bir iç savaşın telafi edilemeyecek maliyetini hesaplayarak isyancıların isteklerine boyun eğer, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan eder. Bugün Şişli’deki Abide-i Hürriyet o günlerin hatırasıdır. Sultan Abdülhamid devrilmiştir. İyi iş başarılmıştır. Devrimci bir haz ve gurur tüm ruhları sarhoş etmiştir. Her şeyin sorumlusu, Kızıl Sultan, diktatör, tek adam Sultan Abdülhamid devrilmiştir. Bu Batı’nın da nefret ettiği figürün temizlenmesiyle her şey temizlenecektir. Her kötü şeyin sorumlusu odur. Batı’nın bize bakışı değişecektir. Devrim umudun, devrim hürriyetin, devrim adaletin müjdecisidir. Öncelikle geçmişle hesaplaşmak gerekmektedir.
Devrim ruhunun herkesi sarhoş ettiği o günlerde beklenmedik gelişmeler ardı ardına gelir. 5 Ekim 1908’de Bulgaristan bağımsızlığını ilân eder. Aynı gün Girit, Yunanistan’a katıldığını duyurur. Bir gün sonra 6 Ekim 1908’de sıra Avusturya – Macaristan’dadır. Avusturya – Macaristan 1878’den beri idare ettiği Bosna – Hersek’i kendi topraklarına kattığını ilân eder. Nisan 1909’da bu sefer Ermeniler Adana’da isyan edecektir. Yeni kurulan hükûmetler, dışarıda meydana gelen bu gelişmelerin altında ezilmekte, ülkede kontrolü ve istikrarı sağlayamamaktadırlar. Süreç, Trablusgarp’ın (Libya) İtalyanlar’a kaybedilmesi; Arnavutluk, Kosova, Makedonya ve Batı Trakya’nın Balkan Savaşı sonucu elden çıkması; Birinci Dünya Savaşı’na girilerek hem muazzam miktarda toprağın, hem de milyonlarca insanın kırılması ile devam eder. Eldeki tek teselli 1924’te tutunmamıza müsade edilen bir avuç toprak parçası olacaktır...
“Dilce susup
bedence konuşulan bir çağda
biliyorum kolay anlaşılmayacak
kanatları kara fücur çiçekleri açmış olan dünyanın
yanık yağda boğulan yapıların arasında
delirmek hakkını elde bulundurmak” diyor Şâir...
Kolay anlaşılmayacak yazdıklarımız. Her şeyi boykotla veya devrimle çözebilecek olduğumuzu; dahası boykot veya devrimin bir şeyleri daha iyiye götüreceğini düşünen ilkel zihinleri hatırlatıyor Ahmed Rasim bize... Bu sabah Ahmed Rasim’in saf / safiyâne yazısındaki boykotun bizim tarihsiz topluluğumuzun bir refleksi olarak devam ettiğini görünce, Abdülaziz ve Abdülhamid devirlerinin bu topraklara hayır getirmeyen devrimci ruhlarını hatırladım gayriihtiyari... O devrimci ruhların Şeytanla bile işbirliği yapabilecek kadar kendinden geçmiş nefret psikolojilerini hissettim derinden. Gelecek vizyonsuz bu kitlenin Abdülaziz ve Abdülhamid’in düşürülüşlerinden sonra bu topraklara ödettikleri bedelleri, bu topraklarda yaşayan insanlara kaybettirdiklerini düşündüm.
Bu perspektifle günümüze bakınca irkildim...
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş
bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
"Tarih"i "tekerrür" diye tarif ediyorlar;
Hiç
ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
diyen millî şairimiz Arnavut Âkif’i andım...Tarihin bize haykırarak anlattıklarını düşündüm...
Düşüncelerimde yanılmayı ümit ettim...
Yorumlar