Fas (2) - Casablanca
Eskiden Mağrib-i Aksâ diye andığımız ülkedir Fas. Arapça'da "Mağrip" Batı, "Aksâ" son, en son, uzak anlamına gelir. Uzak Batı'mızdır Fas bizim ve bugün Faslılar yaşadıkları bölgeye hâlâ El Magrebia derler.
Fas'ta yaklaşık 31 milyon kişi yaşıyor. Casablanca 3.4 milyonluk nüfusuyla en büyük şehir, aynı zamanda ekonomik başkent. İkinci büyük şehir, politik başkent olan Rabat. Kralın da ikâmet ettiği şehirde 1.6 milyon kişi yaşıyor. Üçüncü büyük şehir olan Fez'in nüfusu 900bin, en otantik şehir sayılan Marakeş'in ise 750bin. Bir başka önemli şehir ise bizim Bodrum veya Marmaris'e benzetilen, Türkiye'den turlar düzenlenen güneydeki Agadir. Akdeniz sahilindeki Tanca da bir başka turitik cazibe merkezi.
Casablanca Fas'taki en büyük şehir, sermayenin toplandığı şehir ama İstanbul gibi o da başkent değil. Casablanca limanının Marsilya limanından daha hareketli olduğu söyleniyor.
Casablanca denince akla ilk olarak bir şehir değil bir film geliyor. Michel Curtiz'in yönettiği 1942 yapımı bu Hollywood klasiğinin şöhreti, şehrin şöhretinin çok ötesine geçmiştir hakikaten. Şehre gitmeden evvel "Bir daha çal Sam" repliğini, trençkotlu Humprey Bogart'ın karizmasını, Ingrid Bergman'ın filmdeki ışıltılı oyunculuğunu biliyor ama şehirle ilgili neredeyse başka bir şey bilmiyordum. Şimdi öğrendim ve size filmi değil, şehri anlatma niyetindeyim... Nasılsa film ile ilgili bilgi bulmak çok daha kolay.
Casablanca İspanyolca'dan gelen bir kelime, "casa" "ev, yaşanılan yer", "blanc" ise "beyaz" anlamına geliyor. Yani "Beyaz Ev". İspanyolcada ABD Başkanının yaşadığı Beyaz Saray'a da Casa Blanca deniyor.
Casablanca Araplar arasında El Dar'ül Beyzâ diye anılıyor. Bunu da "Beyaz Ev" diye tercüme edebiliriz Türkçe'ye ama bu çeviri tam olarak anlamı karşılamıyor. Arapça'da dişil bir sıfat olan "Beyzâ", "daha beyaz" anlamına geliyor.
Gerçekten de şehre beyaz renk hâkim. Ama bu beyazın beyzâ beyazı değil de daha ziyade kirli beyaz olduğunu belitmek gerekir. Okyanus rüzgârları ve şehrin kumlarının kirlettiği bir beyaz renk var binaların üzerinde. Fas'ta her şehrin bir rengi olduğuna inanılırmış. Örneğin Marakeş kırmızı bir şehirmiş, görmedim ama Marakeş'teki tüm binaların kırmızı olduğu söyleniyor. Fez sarıymış. Velhâsıl Casablanca da beyaz bir şehir.
Casablanca'da ilk bakışta iki ayrı şehir var: İlki, resimde gördüğünüz sarımtrak surlar içinde yer alan, tarihî dokusu, labirent gibi düzenlenmiş sokakları, yoksul ve hakikî görüntüsü, bu çağda olmadığınız hissini veren havası, pazarlığa yatkın esnafı ve şarklı çarşılarıyla Medina denen eski şehir. Bizim İstanbul surları ile mukayese edince, sur değil duvar diyesim geliyorsa da bu kırmızı duvarlar aslında şehri koruyan surlar!!
İkinci şehir surların dışında kalıyor. Temiz sokakları, geniş caddeleri, lüks mağazaları, muntazam yapıları, Atlantik kıyısında okyanus dalgalarını temaşa edebileceğiniz palmiyeli uzun sahili, plajları, lüks restorantları, eğlenceli barları, hareketli gece yaşantısı ile daha ziyade Beverly Hills ya da St. Tropez'i andıran yeni şehir.
Casablanca'da ilk bakışta insana iki ayrı şehir var demiştim. Bu kesinlikle yetersiz bir ifade. Doğrusunu mihmandarımız Stefan söyledi: "Casablanca'da bir şehirde iki ayrı dünya var".
Casablanca'daki bu iki ayrı dünyaya da sinen yoğun Fransız etkisini her an gözlemlemeniz mümkün. Öncelikle hemen herkesin Fransızca bildiğini not edelim. Akşam yemeğini yediğimiz Maârif'teki modern restorant Paladium'da ise kimsenin Arapça konuşmadığını farkettik. Modern Casablanca'da yaşayan Faslılar bizim "Monşer Tazminatçılar"dan daha ileri gitmişler, günlük hayatlarında tamamen Fransızca kullanmayı tercih ediyorlar. Sur içindeki Casablanca'da ise iletişim dili Arapça. Çarşıdaki dükkanlarda Arapça müzikler çalınıyor veya Kuran-ı Kerim CD'leri dinleniyor.
Hemen hemen tüm tabelalar hem Arapça hem de Fransızca kullanılarak hazırlanmış. Tüm bunların üstüne cadde isimlerinin Boulevard de Paris, Boulevard de Bordeaux olması sanırım sizleri şaşırtmayacaktır.
Mağaza isimleri ve markalar da Türkiye'deki gibi... Kendi dilleri yerine Fransızca isimler kullanmayı tercih ediyorlar. Soldaki fotoğrafta yer alan Snack Paris gibi..
İÜ'nde Fransızca okutmanlığı yapmış olan rahmetli Cemil Meriç'ten ufak bir alıntı yapalım: "Kamûs, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamûsa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilâli, tek mukaddese saygı göstermiştir: Kamûsa." (Bu Ülke, İletişim Yayınları, 9. Baskı, sayfa:86)
Cellaba, cillabe veya cilbab denen kapşonlu kaftanlar çok yaygın. Hem erkekler, hem de kadınlar bu geleneksel kıyafeti giyiyor.
Cellabelerin ince kapşonları Faslıları güneşin etkisinden korumak için tasarlanmış.
Cellabelerin renkleri kıyafeti giyen kişinin statüsünü, sosyoekonomik ve etnik durumunu belirlermiş. Ama bununun detaylarını öğrenebilecek fırsatımız olmadı.
Casablanca'da Medina (Eski Şehir) kısmında, her 50 metrede bir dilenci ile karşılaşmanız sürpriz sayılmaz.
Ancak Casablanca dilencilerinin, apartman sahibi Türk dilencilerinden oldukça farklı olduğunu belirtmem gerekiyor. Elini açarak, konuşarak, insanın gözlerinin içine bakarak ve üstüne üstüne gelerek dilenen kimseye ratlamadım. En fazla elinde bir kap veya maşrapa tutarak sokakta oturuyor, hâl diliyle dileniyorlar. Casablanca dilencilerinin bizimkiler kadar profesyonel olmadıkları ve bizimkiler kadar iyi ciro yapamadıkları kesin.
Futbol Fas'ta da çok seviliyor. Sokakta futbol oynayan, Ronaldinho'nun topla yaptığı cambazlıkları bir kenarda yapmaya çalışan çocukları dünyanın her coğrafyasında görmek mümkün sanırım .
Casablanca'da şaşırtıcı olan, sabah saat 07:30'da sokaklarda futbol oynanmaya başlanıyor olması. Üstelik burada futbol oynayanlar çocuklar değil, gençler ve yetişkinler. Futbolu fiziksel mücadeleye girmeden, adeta birbirine dokunmadan, son derece yumuşak oynuyorlar... Her biri birer Nureddin Naybet adeta. Fotoğrafta, Atlas Okyanusu kıyısında yapılmış, Casablanca'nın en önemli eseri Hasan II Camii'nin yakınlarında, taşlardan kurulmuş kaleye atılan bir golü görebilirsiniz...
Fas denince akla ilk gelen isimlerden biri efsane orta mesafe koşucusu Hicham El Guerrouj (Hişam el Garuj). Benim ziyaretimden bir hafta evvel 23 Mayıs'ta El Guerrouj gözyaşları içinde emekliye ayrıldığını, atletizmi bıraktığını açıkladı.
31 yaşındaki El Guerrouj 16 yıllık sporculuk hayatında 1.500 metrede beş dünya şampiyonluğu elde etmiş, bunun yanısıra olimpiyatlar, salon turnuvaları ve grand prix'lerde sayısız birincilik kazanmıştı. En son Atina 2004'te 1.500 ve 5.000 metrede altın madalya kazanarak efsane atlet Paavo Nurmi'nin 1924'teki başarısını tekrarlamıştı. El Guerrouj'un 1.500 metre, 2.000 metre ve 1 mil koşularında halen kırılamayan üç dünya rekoru var.
El Guerrouj'un veda konuşması yaparken döktüğü samimi gözyaşları, favori olduğu 1996 Atlanta olimpiyatları 1.500 metre finalinde düşerek sakatlandığı ve sahayı sedyede ağlayarak terkettiği yarışı bir kez daha hatırlattı bana...
Casablanca sokaklarında gördüğüm yukarıdaki billboard'ta Faslılar ünlü atletlerine, ülkelerine yaşattığı gurur için teşekkür ediyor.
Casablanca'da ne yenilir, ne içilir? Tajine denilen, bizim tandıra benzer yemeklerinin çok meşhur olduğu söyleniyor ama biz tadma fırsatı bulamadık.
En hoşuma giden hemen her köşede karşınıza sadece meyve satan manavlar çıkması. Meyve sebze çok bol. Bol olunca ucuz. Meyvelerin hepsi doğal, hatta görünüşleri yamru yumru. Çilekler, kayısılar, şeftaliler, çilekler, elmalar... Çocukluğumuzda yediğim meyvelerin tadındalar ve hepsinin fiyatı da oldukça ucuz. Ayrıca muz, mango ve avakado gibi tropikal meyveler de çok bol...
Bu sıcak şehirde her sokak başında sizi bir portakal suyu satıcısı karşılıyor. Sabah saat 07:00'de sokaklarda yerini almaya başlayan taze portakal suyu satıcıları ülkenin en favori ikinci içeceğini satıyorlar.
Ülkenin en favori içeceği naneli çay. Kurutulmuş nanenin üzerine sıcak su dökerek hazırlanan nane çayı adeta millî içecekleri. Sadece nane çayı servisi yaparken kullanılan, üzeri süslemeli çok şık bardakları var. Bardakların tanesi havaalanında 11 Avro'dan satılıyor ama şehirdeki çarşıda çok daha uygun fiyata bulmak mümkün.
Casablanca'da Medina (eski şehir) kısmında sabah saatlerinde en dikkatimi çeken hususlardan birisi de, her yerde karşıma çıkan çöp yığınları oldu. Casablancalılar çöplerini sokağa açık havaya atıyor. Çöpçüler sabah saatlerinde minik el arabalarıyla gelip bu çöpleri kaldırıyor. Çöpçüler gelene kadar şehrin kedileri, köpekleri ve yoksulları bu çöp yığınlarında nasiplerini arıyor.
Ülkemizde de yoksul çok insan var. Çöpten topladıklarını satan insanları hepimiz bir yerlerde görmüşüzdür. Ama çöpte bulduğu atık yiyeceği alıp yiyen insanları ilk kez Casablanca'da gördüm. Yandaki fotoğrafı çekerken ellerim titredi. Deklanşöre basıp basmamakta çok tereddüt ettim. Ama dünyanın bu coğrafyasına ve bu hâline uzak olanlarla bu gerçeği paylaşmam gerektiğini düşünerek bu fotoğrafı çektim.
Tüketim bolluğu içinde yaşayanların çok uzağında, günde 2 dolardan da az bir parayla hayatta kalmaya çalışan 2.8 milyar insanın yaşadığı bir gezegendeyiz. Dünyanın her yerinde zengin seçkinler ve orta sınıf ihtiyaçlarını karşılamanın, hatta düşlerini gerçekleştirmenin çok ötesine geçen bir tüketim çılgınlığını yaşarken, Casablanca'da, Afrika'nın nisbeten müreffeh sayılabilecek bu şehrinde insanlar çöpten yemek yiyor. Ve biz, egomuzu ve ruhumuzu tüketimle tatmin etmeye çalışırken oluyor bunlar...
***
Casablanca'nın en önemli eseri, Atlantik Okyanusu kıyısında yer alan Kral Muhammed VI'nın babası Kral Hasan II tarafından yaptırılan ve kendi adıyla anılan cami.
Faslılar caminin dünyanın en büyük camii olduğunu söylüyor ve bunun gururunu yaşıyorlar. Başka kaynaklarda Medine Hz. Muhammed Camii'nin, İslamabad'ta Vedat Dalokay tarafından yapılan Şah Faysal Camii'nin ve Cordoba'daki Meschita'nın da dünyanın en büyük camileri olduğuna dair iddialar okuduğum için Faslıların bu iddiasına ihtiyatla yaklaştım. Ölçeğiyle gurur duyulan bu caminin önünde, 6 minareli Sultan Ahmet Camii'nin inşa ettikleri için Mekke'de Mescid-i Harâm'a bir minare daha ilâve ederek, onu 7 minareli hale getiren bizimkileri düşünmeden de edemedim.
Cami ile ilgili bir diğer iddia minaresinin boyu ile ilgili. Cami minaresinin 210 metrelik boyuyla dünyanın en yüksek minaresi olduğu söyleniyor. Fas'taki cami minarelerinin formu bizdeki gibi silindirik değil. Minareler kare planlı ve çok daha kalın yapılıyor. Dolayısıyla daha yüksek minareler inşa etmek mümkün.
Caminin inşaatı 1980'de başlamış, 30 Ağustos 1993'te törenle açılmış. Mimarı elbette bir Fransız: Michel Pinseau.
Caminin inşaatında 2.500 işçi çift vardiya çalışmış. Camide kullanılan memerler Agadir'den, granitler Tafraoute'den gelirken, camlar Venedik'ten ithal edilmiş. Tüm inşaat 800 milyon dolara mal olmuş.
20.000 içeride, 80.000 dışarıda olmak üzere camide aynı anda toplam 100.000 kişi namaz kılabiliyor. Kadınların namaz kıldığı bölüme ayrı bir kapıdan giriliyor. Cami kapısında bir görevli bekliyor, müslüman olmayanların veya kıyafeti uygun olmayanların camiye girişine izin verilmiyor. Caminin içi de, dışı da pırıl pırıl. Yeni olması ve câmiyi yaptıran hanedanın yüksek ilgisi sayesinde cami çok bakımlı tutuluyor. Akşam serinliğinde okyanus üzerinde batan güneşin cümbüşünü izlemek için gelen Casablancalılar Hasan II Camii'nin dış avlusunu bir park alanına çeviriyor.
Cami Atlantik Okyanusu kıyısında, hatta bir kısmı okyanusun üzerinde kurulmuş. Caminin Batı yönündeki bölümüne giriş yasaklanmış durumda. Beyaz köpüklü okyanus dalgaları caminin temeline zarar verdiği için temelin denize kayma tehlikesi varmış. Bu nedenle caminin ilgili bölümleri tamir ediliyordu.
Bu muhteşem camii ile okyanusun münasebeti beni Üsküdar'da boğaz kıyısındaki minicik Şemsipaşa Külliyesi'ne götürdü. Mimar Ragıp Buluç'un kendince Türkiye'deki en önemli on mimarî eseri sıraladığı bir liste görmüştüm yıllar önce. Aralarında iki tane cami vardı. Biri Koca Sinan'ın "ustalık eserim"dediği Edirne Selimiye Külliyesi'ydi. Şaşırtıcı değildi listede olması. Ama ikinci, yine Mimar Sinana tarafından yapılan Üsküdar sahilindeki mütevâzı Şemsi Paşa Külliyesi'nin bu kadar iddialı bir listede yer alması yeterince şaşırtıcıydı.
Boğazın bu küçük ve sâde mücevherinin mimarlık tekniği ve mimarlık tarihi açısından önemi büyüktür. Ama ben Casablanca'da sadece Şemsi Paşa Camii'nin mihrabının iki yanında yer alan iki sütûnu hatırladım. Bu iki sütûn alttan ve üstten iki mille hareketli hale getirilmiştir. Elinizle döndürebildiğiniz bu sütûnlar binanın temeli ile ilişkilendirilmiştir. Külliye denize çok yakın kurulduğu için, dönen sütûnlar bir alarm sistemi meydana getirir. Temelde bir kayma olursa sütûnlar dönmeyecek ve temelde kayma olduğunu haber verecektir. 1719, 1754, 1766, 1984, 1912 ve 1999 yıllarında 7.0 şiddetinin üzerinde büyük depremler yaşayan, soğuk-sıcak, rüzgâr, dalga, akıntı vb doğal etkilere sürekli maruz kalan caminin mihrabının yanındaki sütunlar 426 yıldır dönüyor ve bunca senedir Sinan'dan başka bir ustanın eli değmedi esere.
Hasan II Camii'ni güzel bulup bulmadığımı merak edenlere Nedîm-i Şeyda'nın iki beytini hatırlatmak istiyorum:
"Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i-yekpâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihân-tâb ile tartılsa sezâdır"
bî-misl ü behâ: paha biçilmez / yekpâre: bütün / seng: taş / gevher: cevher / bahr: deniz / hurşîd-i cihân-tâb: dünyaya sıcaklık ve ışık veren güneş / sezâ: uygun, münasip, yakışır /
Hasan II Camii'ni güzel buldum mu? Evet, güzel... Gerçekten güzel ama ben yine de Sinan'ın Boğaz kıyısına kondurduğu ufak mücevheri, vezir Şemsi Ahmet Paşa'nın Külliyesi'ni, Kral Hasan II'nin 800milyon dolarlık mutantan eserine değişmem...
Fas'ta yaklaşık 31 milyon kişi yaşıyor. Casablanca 3.4 milyonluk nüfusuyla en büyük şehir, aynı zamanda ekonomik başkent. İkinci büyük şehir, politik başkent olan Rabat. Kralın da ikâmet ettiği şehirde 1.6 milyon kişi yaşıyor. Üçüncü büyük şehir olan Fez'in nüfusu 900bin, en otantik şehir sayılan Marakeş'in ise 750bin. Bir başka önemli şehir ise bizim Bodrum veya Marmaris'e benzetilen, Türkiye'den turlar düzenlenen güneydeki Agadir. Akdeniz sahilindeki Tanca da bir başka turitik cazibe merkezi.
Casablanca Fas'taki en büyük şehir, sermayenin toplandığı şehir ama İstanbul gibi o da başkent değil. Casablanca limanının Marsilya limanından daha hareketli olduğu söyleniyor.
Casablanca denince akla ilk olarak bir şehir değil bir film geliyor. Michel Curtiz'in yönettiği 1942 yapımı bu Hollywood klasiğinin şöhreti, şehrin şöhretinin çok ötesine geçmiştir hakikaten. Şehre gitmeden evvel "Bir daha çal Sam" repliğini, trençkotlu Humprey Bogart'ın karizmasını, Ingrid Bergman'ın filmdeki ışıltılı oyunculuğunu biliyor ama şehirle ilgili neredeyse başka bir şey bilmiyordum. Şimdi öğrendim ve size filmi değil, şehri anlatma niyetindeyim... Nasılsa film ile ilgili bilgi bulmak çok daha kolay.
Casablanca İspanyolca'dan gelen bir kelime, "casa" "ev, yaşanılan yer", "blanc" ise "beyaz" anlamına geliyor. Yani "Beyaz Ev". İspanyolcada ABD Başkanının yaşadığı Beyaz Saray'a da Casa Blanca deniyor.
Casablanca Araplar arasında El Dar'ül Beyzâ diye anılıyor. Bunu da "Beyaz Ev" diye tercüme edebiliriz Türkçe'ye ama bu çeviri tam olarak anlamı karşılamıyor. Arapça'da dişil bir sıfat olan "Beyzâ", "daha beyaz" anlamına geliyor.
Gerçekten de şehre beyaz renk hâkim. Ama bu beyazın beyzâ beyazı değil de daha ziyade kirli beyaz olduğunu belitmek gerekir. Okyanus rüzgârları ve şehrin kumlarının kirlettiği bir beyaz renk var binaların üzerinde. Fas'ta her şehrin bir rengi olduğuna inanılırmış. Örneğin Marakeş kırmızı bir şehirmiş, görmedim ama Marakeş'teki tüm binaların kırmızı olduğu söyleniyor. Fez sarıymış. Velhâsıl Casablanca da beyaz bir şehir.
Casablanca'da ilk bakışta iki ayrı şehir var: İlki, resimde gördüğünüz sarımtrak surlar içinde yer alan, tarihî dokusu, labirent gibi düzenlenmiş sokakları, yoksul ve hakikî görüntüsü, bu çağda olmadığınız hissini veren havası, pazarlığa yatkın esnafı ve şarklı çarşılarıyla Medina denen eski şehir. Bizim İstanbul surları ile mukayese edince, sur değil duvar diyesim geliyorsa da bu kırmızı duvarlar aslında şehri koruyan surlar!!
İkinci şehir surların dışında kalıyor. Temiz sokakları, geniş caddeleri, lüks mağazaları, muntazam yapıları, Atlantik kıyısında okyanus dalgalarını temaşa edebileceğiniz palmiyeli uzun sahili, plajları, lüks restorantları, eğlenceli barları, hareketli gece yaşantısı ile daha ziyade Beverly Hills ya da St. Tropez'i andıran yeni şehir.
Casablanca'da ilk bakışta insana iki ayrı şehir var demiştim. Bu kesinlikle yetersiz bir ifade. Doğrusunu mihmandarımız Stefan söyledi: "Casablanca'da bir şehirde iki ayrı dünya var".
Casablanca'daki bu iki ayrı dünyaya da sinen yoğun Fransız etkisini her an gözlemlemeniz mümkün. Öncelikle hemen herkesin Fransızca bildiğini not edelim. Akşam yemeğini yediğimiz Maârif'teki modern restorant Paladium'da ise kimsenin Arapça konuşmadığını farkettik. Modern Casablanca'da yaşayan Faslılar bizim "Monşer Tazminatçılar"dan daha ileri gitmişler, günlük hayatlarında tamamen Fransızca kullanmayı tercih ediyorlar. Sur içindeki Casablanca'da ise iletişim dili Arapça. Çarşıdaki dükkanlarda Arapça müzikler çalınıyor veya Kuran-ı Kerim CD'leri dinleniyor.
Hemen hemen tüm tabelalar hem Arapça hem de Fransızca kullanılarak hazırlanmış. Tüm bunların üstüne cadde isimlerinin Boulevard de Paris, Boulevard de Bordeaux olması sanırım sizleri şaşırtmayacaktır.
Mağaza isimleri ve markalar da Türkiye'deki gibi... Kendi dilleri yerine Fransızca isimler kullanmayı tercih ediyorlar. Soldaki fotoğrafta yer alan Snack Paris gibi..
İÜ'nde Fransızca okutmanlığı yapmış olan rahmetli Cemil Meriç'ten ufak bir alıntı yapalım: "Kamûs, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamûsa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilâli, tek mukaddese saygı göstermiştir: Kamûsa." (Bu Ülke, İletişim Yayınları, 9. Baskı, sayfa:86)
Cellaba, cillabe veya cilbab denen kapşonlu kaftanlar çok yaygın. Hem erkekler, hem de kadınlar bu geleneksel kıyafeti giyiyor.
Cellabelerin ince kapşonları Faslıları güneşin etkisinden korumak için tasarlanmış.
Cellabelerin renkleri kıyafeti giyen kişinin statüsünü, sosyoekonomik ve etnik durumunu belirlermiş. Ama bununun detaylarını öğrenebilecek fırsatımız olmadı.
Casablanca'da Medina (Eski Şehir) kısmında, her 50 metrede bir dilenci ile karşılaşmanız sürpriz sayılmaz.
Ancak Casablanca dilencilerinin, apartman sahibi Türk dilencilerinden oldukça farklı olduğunu belirtmem gerekiyor. Elini açarak, konuşarak, insanın gözlerinin içine bakarak ve üstüne üstüne gelerek dilenen kimseye ratlamadım. En fazla elinde bir kap veya maşrapa tutarak sokakta oturuyor, hâl diliyle dileniyorlar. Casablanca dilencilerinin bizimkiler kadar profesyonel olmadıkları ve bizimkiler kadar iyi ciro yapamadıkları kesin.
Futbol Fas'ta da çok seviliyor. Sokakta futbol oynayan, Ronaldinho'nun topla yaptığı cambazlıkları bir kenarda yapmaya çalışan çocukları dünyanın her coğrafyasında görmek mümkün sanırım .
Casablanca'da şaşırtıcı olan, sabah saat 07:30'da sokaklarda futbol oynanmaya başlanıyor olması. Üstelik burada futbol oynayanlar çocuklar değil, gençler ve yetişkinler. Futbolu fiziksel mücadeleye girmeden, adeta birbirine dokunmadan, son derece yumuşak oynuyorlar... Her biri birer Nureddin Naybet adeta. Fotoğrafta, Atlas Okyanusu kıyısında yapılmış, Casablanca'nın en önemli eseri Hasan II Camii'nin yakınlarında, taşlardan kurulmuş kaleye atılan bir golü görebilirsiniz...
Fas denince akla ilk gelen isimlerden biri efsane orta mesafe koşucusu Hicham El Guerrouj (Hişam el Garuj). Benim ziyaretimden bir hafta evvel 23 Mayıs'ta El Guerrouj gözyaşları içinde emekliye ayrıldığını, atletizmi bıraktığını açıkladı.
31 yaşındaki El Guerrouj 16 yıllık sporculuk hayatında 1.500 metrede beş dünya şampiyonluğu elde etmiş, bunun yanısıra olimpiyatlar, salon turnuvaları ve grand prix'lerde sayısız birincilik kazanmıştı. En son Atina 2004'te 1.500 ve 5.000 metrede altın madalya kazanarak efsane atlet Paavo Nurmi'nin 1924'teki başarısını tekrarlamıştı. El Guerrouj'un 1.500 metre, 2.000 metre ve 1 mil koşularında halen kırılamayan üç dünya rekoru var.
El Guerrouj'un veda konuşması yaparken döktüğü samimi gözyaşları, favori olduğu 1996 Atlanta olimpiyatları 1.500 metre finalinde düşerek sakatlandığı ve sahayı sedyede ağlayarak terkettiği yarışı bir kez daha hatırlattı bana...
Casablanca sokaklarında gördüğüm yukarıdaki billboard'ta Faslılar ünlü atletlerine, ülkelerine yaşattığı gurur için teşekkür ediyor.
Casablanca'da ne yenilir, ne içilir? Tajine denilen, bizim tandıra benzer yemeklerinin çok meşhur olduğu söyleniyor ama biz tadma fırsatı bulamadık.
En hoşuma giden hemen her köşede karşınıza sadece meyve satan manavlar çıkması. Meyve sebze çok bol. Bol olunca ucuz. Meyvelerin hepsi doğal, hatta görünüşleri yamru yumru. Çilekler, kayısılar, şeftaliler, çilekler, elmalar... Çocukluğumuzda yediğim meyvelerin tadındalar ve hepsinin fiyatı da oldukça ucuz. Ayrıca muz, mango ve avakado gibi tropikal meyveler de çok bol...
Bu sıcak şehirde her sokak başında sizi bir portakal suyu satıcısı karşılıyor. Sabah saat 07:00'de sokaklarda yerini almaya başlayan taze portakal suyu satıcıları ülkenin en favori ikinci içeceğini satıyorlar.
Ülkenin en favori içeceği naneli çay. Kurutulmuş nanenin üzerine sıcak su dökerek hazırlanan nane çayı adeta millî içecekleri. Sadece nane çayı servisi yaparken kullanılan, üzeri süslemeli çok şık bardakları var. Bardakların tanesi havaalanında 11 Avro'dan satılıyor ama şehirdeki çarşıda çok daha uygun fiyata bulmak mümkün.
Casablanca'da Medina (eski şehir) kısmında sabah saatlerinde en dikkatimi çeken hususlardan birisi de, her yerde karşıma çıkan çöp yığınları oldu. Casablancalılar çöplerini sokağa açık havaya atıyor. Çöpçüler sabah saatlerinde minik el arabalarıyla gelip bu çöpleri kaldırıyor. Çöpçüler gelene kadar şehrin kedileri, köpekleri ve yoksulları bu çöp yığınlarında nasiplerini arıyor.
Ülkemizde de yoksul çok insan var. Çöpten topladıklarını satan insanları hepimiz bir yerlerde görmüşüzdür. Ama çöpte bulduğu atık yiyeceği alıp yiyen insanları ilk kez Casablanca'da gördüm. Yandaki fotoğrafı çekerken ellerim titredi. Deklanşöre basıp basmamakta çok tereddüt ettim. Ama dünyanın bu coğrafyasına ve bu hâline uzak olanlarla bu gerçeği paylaşmam gerektiğini düşünerek bu fotoğrafı çektim.
Tüketim bolluğu içinde yaşayanların çok uzağında, günde 2 dolardan da az bir parayla hayatta kalmaya çalışan 2.8 milyar insanın yaşadığı bir gezegendeyiz. Dünyanın her yerinde zengin seçkinler ve orta sınıf ihtiyaçlarını karşılamanın, hatta düşlerini gerçekleştirmenin çok ötesine geçen bir tüketim çılgınlığını yaşarken, Casablanca'da, Afrika'nın nisbeten müreffeh sayılabilecek bu şehrinde insanlar çöpten yemek yiyor. Ve biz, egomuzu ve ruhumuzu tüketimle tatmin etmeye çalışırken oluyor bunlar...
***
Casablanca'nın en önemli eseri, Atlantik Okyanusu kıyısında yer alan Kral Muhammed VI'nın babası Kral Hasan II tarafından yaptırılan ve kendi adıyla anılan cami.
Faslılar caminin dünyanın en büyük camii olduğunu söylüyor ve bunun gururunu yaşıyorlar. Başka kaynaklarda Medine Hz. Muhammed Camii'nin, İslamabad'ta Vedat Dalokay tarafından yapılan Şah Faysal Camii'nin ve Cordoba'daki Meschita'nın da dünyanın en büyük camileri olduğuna dair iddialar okuduğum için Faslıların bu iddiasına ihtiyatla yaklaştım. Ölçeğiyle gurur duyulan bu caminin önünde, 6 minareli Sultan Ahmet Camii'nin inşa ettikleri için Mekke'de Mescid-i Harâm'a bir minare daha ilâve ederek, onu 7 minareli hale getiren bizimkileri düşünmeden de edemedim.
Cami ile ilgili bir diğer iddia minaresinin boyu ile ilgili. Cami minaresinin 210 metrelik boyuyla dünyanın en yüksek minaresi olduğu söyleniyor. Fas'taki cami minarelerinin formu bizdeki gibi silindirik değil. Minareler kare planlı ve çok daha kalın yapılıyor. Dolayısıyla daha yüksek minareler inşa etmek mümkün.
Caminin inşaatı 1980'de başlamış, 30 Ağustos 1993'te törenle açılmış. Mimarı elbette bir Fransız: Michel Pinseau.
Caminin inşaatında 2.500 işçi çift vardiya çalışmış. Camide kullanılan memerler Agadir'den, granitler Tafraoute'den gelirken, camlar Venedik'ten ithal edilmiş. Tüm inşaat 800 milyon dolara mal olmuş.
20.000 içeride, 80.000 dışarıda olmak üzere camide aynı anda toplam 100.000 kişi namaz kılabiliyor. Kadınların namaz kıldığı bölüme ayrı bir kapıdan giriliyor. Cami kapısında bir görevli bekliyor, müslüman olmayanların veya kıyafeti uygun olmayanların camiye girişine izin verilmiyor. Caminin içi de, dışı da pırıl pırıl. Yeni olması ve câmiyi yaptıran hanedanın yüksek ilgisi sayesinde cami çok bakımlı tutuluyor. Akşam serinliğinde okyanus üzerinde batan güneşin cümbüşünü izlemek için gelen Casablancalılar Hasan II Camii'nin dış avlusunu bir park alanına çeviriyor.
Cami Atlantik Okyanusu kıyısında, hatta bir kısmı okyanusun üzerinde kurulmuş. Caminin Batı yönündeki bölümüne giriş yasaklanmış durumda. Beyaz köpüklü okyanus dalgaları caminin temeline zarar verdiği için temelin denize kayma tehlikesi varmış. Bu nedenle caminin ilgili bölümleri tamir ediliyordu.
Bu muhteşem camii ile okyanusun münasebeti beni Üsküdar'da boğaz kıyısındaki minicik Şemsipaşa Külliyesi'ne götürdü. Mimar Ragıp Buluç'un kendince Türkiye'deki en önemli on mimarî eseri sıraladığı bir liste görmüştüm yıllar önce. Aralarında iki tane cami vardı. Biri Koca Sinan'ın "ustalık eserim"dediği Edirne Selimiye Külliyesi'ydi. Şaşırtıcı değildi listede olması. Ama ikinci, yine Mimar Sinana tarafından yapılan Üsküdar sahilindeki mütevâzı Şemsi Paşa Külliyesi'nin bu kadar iddialı bir listede yer alması yeterince şaşırtıcıydı.
Boğazın bu küçük ve sâde mücevherinin mimarlık tekniği ve mimarlık tarihi açısından önemi büyüktür. Ama ben Casablanca'da sadece Şemsi Paşa Camii'nin mihrabının iki yanında yer alan iki sütûnu hatırladım. Bu iki sütûn alttan ve üstten iki mille hareketli hale getirilmiştir. Elinizle döndürebildiğiniz bu sütûnlar binanın temeli ile ilişkilendirilmiştir. Külliye denize çok yakın kurulduğu için, dönen sütûnlar bir alarm sistemi meydana getirir. Temelde bir kayma olursa sütûnlar dönmeyecek ve temelde kayma olduğunu haber verecektir. 1719, 1754, 1766, 1984, 1912 ve 1999 yıllarında 7.0 şiddetinin üzerinde büyük depremler yaşayan, soğuk-sıcak, rüzgâr, dalga, akıntı vb doğal etkilere sürekli maruz kalan caminin mihrabının yanındaki sütunlar 426 yıldır dönüyor ve bunca senedir Sinan'dan başka bir ustanın eli değmedi esere.
Hasan II Camii'ni güzel bulup bulmadığımı merak edenlere Nedîm-i Şeyda'nın iki beytini hatırlatmak istiyorum:
"Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i-yekpâre iki bahr arasında
Hurşîd-i cihân-tâb ile tartılsa sezâdır"
bî-misl ü behâ: paha biçilmez / yekpâre: bütün / seng: taş / gevher: cevher / bahr: deniz / hurşîd-i cihân-tâb: dünyaya sıcaklık ve ışık veren güneş / sezâ: uygun, münasip, yakışır /
Hasan II Camii'ni güzel buldum mu? Evet, güzel... Gerçekten güzel ama ben yine de Sinan'ın Boğaz kıyısına kondurduğu ufak mücevheri, vezir Şemsi Ahmet Paşa'nın Külliyesi'ni, Kral Hasan II'nin 800milyon dolarlık mutantan eserine değişmem...
Yorumlar
Ben caminin etrafındayken akşam ezan okunmaya başladı. Bizde Enderûn usûlü denen ekolde sabah ezanı Saba, öğle Rast, Bayatî veya Uşşak, İkindi kesinlikle Hicaz, Akşam Segâh veya Dügâh, Yatsı Uşşak veya Rast-nevâ makamında, Salâ Hüseyni makamında okunuyor. Gerçi artık ezan bizde de makam bilgisi ve müzik kulağına sahip olmayan müezzinler tarafından okunuyorsa da, yine de ezanda bir makamın varlığı hissediliyor.
Fas'ta ise ezan makamsız okunuyor. Benim neredeyse hiç müzik kulağım yoktur ama Fas'ta çöl gibi kuru bir sesle okunan, adeta hiç bir yerden yankı yapmadan binaların arasında ve okyanusun kızaran suları üzerinde kaybolan ezan bana oldukça değişik geldi...
Vakit namazı ezanlarının Enderûn usulünde makamlarına uygun okunuşlarını merak edenler için:
http://s.yagmur.free.fr/muezzinlik/muezzinlik.htm
http://senbilirsinablaseyyah.blogspot.com/2009/10/ablann-endulus-fas-gezisi-6-gun.html
Selamlar.
Teveccüh göstermişsiniz, çok teşekkür ederim.
Hürmetler, H a l i l